Bazen şöyle oluyor. Küçük bebek adımlarla bir yolculuğa başlıyoruz. Ama nereye gideceğimizi tam bilmiyoruz. Birileri bize yol gösteriyor; şurası çok güzel, buraya gidebilirsin, geç kalma orayı da görmelisin. Acele edip yetişmeye çalışıyoruz ve bir yandan da doğru yere ulaşmaya. Ama doğru yer neresi onu da tam kestiremiyoruz. Kafamız karışıyor, bir o yana gidiyoruz bir bu yana. Sonra da geç kaldık diye panik yapıyoruz. Birilerinin ulaştıkları yeri görüyoruz, o tarafa gitmeye çalışıyoruz ama aslında içimizden geçen diğer yol. O yolda aklımız kalıyor ama bu taraf daha ışıklı, daha kalabalık. Bir an vazgeçip geri dönmek istiyoruz, kolumuzdan tutup aptallaşma diye çeviriyorlar. Devam ediyoruz ama sürekli düşüyoruz, çünkü aslında bizim yolumuz başka. Moralimiz bozuluyor; diğerlerinin çoktan gittiğini, geride kaldığımızı fark ediyoruz.
Ama bir saniye, bu bir maraton değildi ki. Bitiş çizgisi de yoktu. Sadece geziyorduk. Biraz o yoldan, biraz bu yoldan gidip sonra geri dönüp başka bir yol denememizin bir sakıncası yoktu. İlerlememiz de gerekmiyordu. Yol kenarındaki o ağacın altına bir hamak kurup sallanabilirdik, ilerideki tepeye çıkıp manzarayı seyredebilirdik. Yoldan biraz çıkıp, bir nehrin sularına ayaklarımızı sokabilirdik. Kırlardan papatya toplayıp, kendimize taç yapabilirdik. Hatta bir köşeye kendimize küçük bir ev bile inşa edebilirdik.
Yani bir şeylere heveslenip, sonra onu bırakıp başka bir şey denemek sorun değil. Bu defalarca olsa bile. Başka türlü kendimizi bulmanın bir yolu da yok zaten. Bu bir yarış değil önce onu kabul edelim. Kendini bulma yolculuğu sadece. Başkasının gittiği yolu, ulaştığı yeri boşver. Daha hızlı olman gerekmiyor, kestirme yoldan gitmene gerek yok, bazen en taşlı yollar en iyi manzaralı olanlar. Zaten varılacak bir hedef yok, mutlak mutluluk hiç yok. Yoldan keyif almak var, neyi iyi yapabildiğini ve en önemlisi neyi severek yaptığını bulmaya çalışmak var.
