Anne olunca tüm bakım kabiliyetleri iç güdüsel olarak bir anda yüklenmeyecek miydi? Bize böyle söylemişlerdi. Aç, kapa, güncelle! Yok, kendiliğinden olmuyor. Çünkü gebelikle, doğumla, bebekle alakalı çoğu şey teknik bilgi gerektiriyor. Hamileliğin, doğumun ve bebeklerin fizyolojisini bilmenin ve onların ihtiyaçlarını giderebilmenin basit yolları bulunuyor. Bunun her bebek için çok kolay ve aynı olacağını iddia etmiyorum. Çoğu yerde sürecin ne kadar zor olabileceğini ama bu zorluklarla baş etmenin mümkün olacağını da söylüyorum. Bu kitapla dalgalı bir denizde akıntıya karşı yüzmeye çalışmak yerine sörf yapabilmeyi, düşmeden dengede kalabilmeyi ve düştüğünüzde tekrar kalkabilmeyi öğreneceksiniz.
Author
Dr. Sema Nur Öz Keskin
Bazılarının beni taşlayacağını bile bile yine bir şeyler yazacağım. Anneliği biraz fazla abarttığımızı, omuzlarımıza gereksiz yük aldığımızı, hatta tüm hayatını bir kenara bırakıp annelik yapmayı patolojik bir şekilde kutsallaştırdığımızı söylemeye geldim size. Çünkü eziliyoruz bu yük altında. Çalışan çalıştığı için vicdan azabı çekiyor. Evde olan, daralıp bunaldığı için kendini suçluyor. Oysa o kadar doğal ki ikisi de. Doğal olmayan bu kadar sorumluluğu tek başına almak.
Eskiden kadınların çalışmadığı gibi bir yanlış anlaşılma var. Kadınlar tarlada, bahçede hep çalışıyordu. Hayatın içindeydiler. O sırada çocuklara ya büyükler göz kulak oluyordu ya da zaten hep sokaktaydılar. Şu anki gibi yakasına yapışık 4 çocukla yaşamıyordu kimse. Hiçbir kadın çocuğu olduğu için yaşaması gereken hayatı ertelemedi, ne gördüyse ona devam etti. Bir de şunu unutuyoruz: Doğada, köyde, geniş aile içerisinde her şey akıştayken tüm bunlar çok kolay. Ama şehirde küçücük, bahçesiz evlerde; yemeğinden eğitimine, çamaşırından aktivitesine anne tek başınayken her şey çok zor ve gerçekten patolojik.
Şunu da kabul etmeliyiz. Aslında bunu biraz da kendimiz yaptık. Cennet ayaklarımız altındaydı, o kutsal annelik tacını alıp başımıza koyduk. Bir çocuk büyütmek için bir köy gerekirken, bilir kişi olarak direksiyona biz geçtik. Büyükleri hatta babayı bir kenara ittik. Onlar yanlış biliyordu, her şey kuralına uygun olmalıydı. Eee boşuna okumamıştık o kadar kitabı. Peki ne oldu? Tek başımıza kaldık ve tükendik. Geçmiş olsun
Çocuklara tükenmeden tahammül etmenin en iyi yolu ne diye sorsalar, tek yanıt veririm: İyi olmak. Her anlamda. Hani sağlığın tanımını yapıyoruz ya; sadece hastalık ve sakatlık olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir diye. İşte iyi anne-baba olmanın yolu da sağlıklı olmaktan geçiyor. Her anlamda.
Çünkü doğaları gereği bebekler-çocuklar zordur. Onlara bakmak zordur. Sürekli bakım veren rolünde olmak zordur. Bir insanın her anlamda sağlıklı bir birey yetiştirebilmesi için önce kendinin sağlıklı olması gerekir.
Ve sürekli omuzlarında sorumlulukları olan, her şeyi tek başına halletmeye çalışan, aç, uykusuz, yorgun, duş alacak zamanı olmayan, tek başına kaldığı tek an tuvalet olan hatta bazen orada bile yalnız kalamayan, üstelik yaptıkları takdir edilmeyen bir insanın bu rolü uzun vadede sağlıklı bir şekilde götürmesinin gerçekten imkanı yok.
Çocuğa bakım veren kadın-erkek her insanın çocuk-ev dışında bir gündeminin olması, kendine ve başka şeylere zaman ayırması, kendini çocuk-ev dışında bir yerlerde de tanımlayabilmesi işte bu yüzden önemli.
Rolleri paylaşabilmeyi, destek-yardım talep edebilmeyi, kendi sınırlarımızı çizebilmeyi, yalnızlığımızı koruyabilmeyi artık hepimizin öğrenebilmesi gerekiyor.
Çünkü bu yol uzun ve çetrefilli. Devam edebilmek için önce kendimize iyi bakmamız gerekiyor
Bazen kaplumbağa ile tavşanı düşünüyorum. Ben kaplumbağayım tabi. Etrafımda hızla dönen bir dünya, hızlı tavşan rakiplerim ve benim hangi yöne gideceğimi şaşırmış bir zihnim var. Çocukların bitmeyen ihtiyaçları, evin eksikleri, düzenlenecek dolaplar, denenecek tarifler, okunacak kitaplar, çocuklar ile yapılacak etkinlikler vs. sayfalarca uzayan bir liste. Böyle hissediyorum bugünlerde. Pek çok şeyi yapmaya çalışırken, hiçbir şeyi yapamadığımı hep sonradan fark ediyorum. Etrafıma bakıyorum. Güneş mesela; doğmak için bir telaşı yok, batmak için de. Ne için varsa hiç panik yapmadan, hiç aksatmadan onu yapıyor. Hani çiçek yerini bulunca açıyor ya, biz de öyle bir türlü yerimizi bulamadığımız için sürekli bir arayış içinde, koşturmaktan çiçek açamıyoruz. Aslında kaplumbağa olmanın bir önemi yok, tavşanla yarışmanın da bir anlamı yok: Önemli olan tek şey, gitmek istediğin yol. Eğer istikametin belliyse, adımlarının yavaşlığı sadece yolun keyfini çıkaracağın anlamına geliyor
Yorgunum, uykusuzum, kalbimi taşıyamıyorum sanki. Hayatıma devam etmek zorundayım ama bu zorundalığın da omuzlarıma bindirdiği yük ağır geliyor. Tüm bu dertlerin aslında dert bile olmadığı gerçeği vicdanımı kavuruyor.
Bir zamanlar, ölümün varlığının beni teskin edebileceğini asla düşünmezdim. Bu ara sık sık kendimi, ölüm var, derken buluyorum. Tüm bunlar bitecek ve biz O’na kavuşacağız. Ölümün de ölecek olması bir nebze kalbimi yatıştırıyor. Bu vahşetle inanmadan nasıl baş edilebilir, bilmiyorum. Zaten onların da bu dik duruşlarının sebebi inanmaları değil mi? Tüm dünyayı etkileyen, göz yaşları içinde izlediğimiz onca şeyi metanetle göğüslemelerinin sebebi.
Bu günler geçecek, bu acı bitecek. O günü büyük bir umutla beklemenin yanında, elimden geleni de yapmış olmalıyım diye hatırlatıyorum kendime. Bu çok küçük bir şey bile olsa, sadece tarafını belli etmek bile olsa, sadece sesini çıkarmak bile olsa. Bunu kendi vicdanıma borçluyum, bunu dünyaya getirdiğim çocuklarıma borçluyum. ‘Bebekler ölüyorken, sen ne yaptın anne?’ sorusuna cevap vermem lazım. Çünkü onlar sormasa bile bir gün hesap vereceğimi çok iyi biliyorum.
Çocuklarıma iyi bir dünya bırakamayacağımı kabul ettim. Arzum, dünyanın kötülüğüyle baş edip, zulmün karşısında durabilecek çocuklar yetiştirebilmek. Sonucunu bilemesem bile, çabam bu yönde. Umudum da hiç bitmeyecek. Çünkü o bana ait, bir başkası -bu dünyanın tüm güçlerine sahip bir zalim bile olsa- ben istemedikçe onu elimden alamaz.
Son olarak, Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek isimli kitabındaki satırlarıyla bitirmek istiyorum:
‘Başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.‘
Çocukluğum ve ilk gençliğim hep deniz olmayan şehirlerde geçti. Martıları kitaplarda okudum, filmlerde izledim, şarkılarda dinledim. Benim için hep romantizmin simgesiydi. Ne kadar vahşi ve öfkeli olduklarını gördüğümdeki şaşkınlığımı unutamıyorum. Aslında onlar doğası gerekeni yapıyordu ama ben onları zihnimde bambaşka bir kalıba koymuştum. Sonradan bunu kendime de yaptığımı fark ettim. Eminim siz de yapıyorsunuzdur, belki fark etmemiş olabilirsiniz. Çünkü biz; asla öfkelenmeyen, bencil olmaya hakkı olmayan, hiç kıskanmayan, bıkmayan, biraz da olsa delirmeyen, miskinlik bilmeyen; hep sabırlı, dingin, huzur veren, her daim seven, veren, ışıl ışıl gözlerle bakan varlıklar olmak için yaratılmışız. Adeta kanatlarımız eksik.
Aynaya bakıp; kendimizde olduğunu kabul etmediğimiz, hep başkasında olan, sınıfın uyumsuz çocuğuna yüklediğimiz, komşunun densizlikleri diye gördüğümüz özellikleri kendimizde de görmeye cesaret edebilir miyiz? Ya da daha da ileri gidip tanımaya ne dersiniz? Haydi ‘iyi kızlar asla öfkeli kadınlar olamaz’ kodlarımızı bir kenara bırakalım. Taktığımız sahte maskeleri çıkaralım. Başkaları görürse yalnız kalırız diye sakladığımız o yüzümüz var ya işte onu sevelim.
Bu elbette başkalarına zarar vermek, kırmak, dökmek değil. Sadece olanı kabul etmek. Tüm duygular, iyi ya da kötü hepsi gerçektir. Bastırılmaya değil; kabul edilip, tanınmaya ihtiyaç duyarlar. Hatta doğru yer, zaman ve şekilde gösterilmeye. Çünkü biz onları tanımaya, yönlendirmeye çalışmazsak onlar kaybolmayacak. Şekil değiştirip kendilerini hatırlatacaklar. Biz de onlara şu isimleri takacağız: Fibromiyalji, migren, anksiyete, insomnia, dispepsi ve dahası.
Bazen şöyle oluyor. Küçük bebek adımlarla bir yolculuğa başlıyoruz. Ama nereye gideceğimizi tam bilmiyoruz. Birileri bize yol gösteriyor; şurası çok güzel, buraya gidebilirsin, geç kalma orayı da görmelisin. Acele edip yetişmeye çalışıyoruz ve bir yandan da doğru yere ulaşmaya. Ama doğru yer neresi onu da tam kestiremiyoruz. Kafamız karışıyor, bir o yana gidiyoruz bir bu yana. Sonra da geç kaldık diye panik yapıyoruz. Birilerinin ulaştıkları yeri görüyoruz, o tarafa gitmeye çalışıyoruz ama aslında içimizden geçen diğer yol. O yolda aklımız kalıyor ama bu taraf daha ışıklı, daha kalabalık. Bir an vazgeçip geri dönmek istiyoruz, kolumuzdan tutup aptallaşma diye çeviriyorlar. Devam ediyoruz ama sürekli düşüyoruz, çünkü aslında bizim yolumuz başka. Moralimiz bozuluyor; diğerlerinin çoktan gittiğini, geride kaldığımızı fark ediyoruz.
Ama bir saniye, bu bir maraton değildi ki. Bitiş çizgisi de yoktu. Sadece geziyorduk. Biraz o yoldan, biraz bu yoldan gidip sonra geri dönüp başka bir yol denememizin bir sakıncası yoktu. İlerlememiz de gerekmiyordu. Yol kenarındaki o ağacın altına bir hamak kurup sallanabilirdik, ilerideki tepeye çıkıp manzarayı seyredebilirdik. Yoldan biraz çıkıp, bir nehrin sularına ayaklarımızı sokabilirdik. Kırlardan papatya toplayıp, kendimize taç yapabilirdik. Hatta bir köşeye kendimize küçük bir ev bile inşa edebilirdik.
Yani bir şeylere heveslenip, sonra onu bırakıp başka bir şey denemek sorun değil. Bu defalarca olsa bile. Başka türlü kendimizi bulmanın bir yolu da yok zaten. Bu bir yarış değil önce onu kabul edelim. Kendini bulma yolculuğu sadece. Başkasının gittiği yolu, ulaştığı yeri boşver. Daha hızlı olman gerekmiyor, kestirme yoldan gitmene gerek yok, bazen en taşlı yollar en iyi manzaralı olanlar. Zaten varılacak bir hedef yok, mutlak mutluluk hiç yok. Yoldan keyif almak var, neyi iyi yapabildiğini ve en önemlisi neyi severek yaptığını bulmaya çalışmak var.
Evden çıktığımda 15 yaşındaydım. Liseyi yatılı okudum. Sonra başka şehirde Tıp Fakültesi. En son okuldan gelip, sıcak yemek bulduğumda sanırım 8.sınıftım. Senelerce bir sürü valiz, koli koli kitap taşıdım. Ailesinin yanında olanları kıskandım. Özellikle lisede epey ağladım, dönmek istedim. Ama bir şekilde devam ettim. Eşimle son sınıfta nişanlandık, okul bitince evlendik. Bu arada doğu görevi yaptım. Eşimin yanına, İstanbul’a bile zor geldim. Hiç gelmedi aklıma, ailemden uzak bir şehire yerleşmenin zorlukları olabileceği. Alışkındım, hiç tereddüt etmedim. Şimdi kendi ailemden ve eşimin ailesinden uzak bir şehirde 2 çocuk büyütüyorum, çalışıyorum ve üstelik eşim de işi sebebiyle çok sık seyahat ediyor. Elbette çok yoruluyorum, tükeniyorum, bazen deliriyorum ama bir şekilde idare ediyorum. Geriye dönüp baktığımda, tüm hayatımın aslında beni buna hazırladığını fark etmeye başladım. Arada aileleri yanında olan arkadaşlarımı görmesem içinde bulunduğum durumun zorluğunu çok da fark etmiyorum. Ama fark ettiğimde; o yatılı okulda yatağında ağlayan küçük kız oluyorum tekrar. Uzun sürmüyor ama, hayatın zorluklarla birlikte güzellikler getirdiğini fark ettiğim bir yaştayım artık. Her seçimin, her vazgeçişin kendi içinde avantajları ve dezavantajları olduğunu kabul ettim. Evet kolay bir hayat yaşamıyorum ama bu seçimin aynı zamanda pek çok güzel yanını da yaşıyorum. Bunları görmemek, şükretmemek hep zorluklardan şikayet etmek hayatımı daha da zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor.
O zaman ne diyorduk, gelsin hayat bildiği gibi. İşimiz bu yaşamak.
Hepimizin hayatta kaçtığı bazı şeyler var. Bize zor gelen, uğraşmak istemediğimiz, ne kadar çabalarsak da hiç başaramayacağımızı düşündüğümüz şeyler. Ya da hiç yokmuş gibi davranmaya çalıştığımız. Görmediğimiz, duymadığımız. Bu eksiğimizi hiç kimseye belli etmemek için ‘mış gibi davranma’ hatasına düştüğümüz şeyler.
Ve hayatın espri anlayışı gereği; neden kaçarsak, sürekli ondan imtihan oluruz. Bakmamaya, görmemeye çalıştıkça karşımıza çıkar. Hayatın bizi hep aynı yerden, sürekli sınav yapması yani. Kolaya kaçmaya çalışmak yok bu sınavda, bir gece çalışarak geçemeyiz. Bilinçli bir çabayla adım adım yürümemiz gereken bir yol gibi. Tırnaklarımızla kazıya kazıya. Her tuğlasını kendimiz koyduğumuz bir evi inşa etmek gibi. Bunu yapmadıkça tam olamayacağımız, kendimizi aşamayacağımız bir şey.
Mesela hayatımız boyunca sorumluluk almaktan kaçmış olabiliriz ve hayat ısrarla bizden sorumluluk almamızı istiyor olabilir.
Ya da hayatımız boyunca bize yıkıcı davranan kişilerle ilişkiye girmiş olabiliriz. Ve hayat hep karşımıza böyle kişileri çıkarıyor olabilir.
Ve ya dünyayı güvensiz bir yer olarak görüyor olabiliriz, nasibimiz hep kıt ya da her zaman yoklukla mücadele edecekmişiz gibi gelebilir. Biz kaybetmekten korkmaya devam ettikçe, başımıza gelecek de kaçınılmazdır aslında.
Bunun gibi binlerce yol, kişiden kişiye değişen. Seçilen bir yol değil asla, yürümeye mecbur bırakıldığımız bir yol. Başka yan yollara kaçmaya çalışsak da yine karşımıza çıkan. Ejderhalarla dolu bir yol ve kestirmesi yok. Sadece sabırla yürürsek bu yolda, düşe kalka, yılmadan ancak o zaman tam oluyoruz ve dünyanın artık bizim karşımıza çıkardıkları değişiyor
Akif’e hamile kalmadan birkaç yıl boyunca günde düzenli olarak 3 saat acaba 2.yi yapsam mı, ne zaman yapsam diye düşündüm. Aslında hep çok çocuklu bir hayat hayali kurmuştum. 3 kız kardeş olarak büyüdüğümüz için belki normal aile tablosu buydu zihnimde. Ama çocuklu çalışan anne hayatı, büyük şehirde ailelerden uzak bir yaşam beni yordu. Kalbimin derinliklerinde istediğim şeyi biliyordum ama gerçek hayatın zorlukları beni hep çok düşündürdü. Akif’e hamile kalmadan 1 yıl önce plansız bir gebeliğim oldu ve maalesef erken haftalarda kaybettim. Çok üzüldüm ve çok da istemediğimi düşündüğüm şeyi ne kadar istediğimi fark ettim. Aslında özlemiştim; tekrar bir bebeği karnımda taşımayı, onu dünyaya getirmeyi, kollarıma almayı, emzirmeyi, uyurkenki halini, ilk gülümsemesini. Herkesin hayat hikayesi başka başka. Bu zamanda ikinciye nasıl cesaret ettiniz diye çok soran oluyor ama ben cesaret etmedim, çok istedim. Nasıl ilk kez kez anneyi olmayı istediysem, ikinci kez anne olmayı da o kadar istedim. Çocuk yapmaktaki motivasyonumuzun birbirinden farklı olması çok normal. Pek tabi çocuk yapılan bir şey de değil, Allah’ın nasip ettiği en güzel şey. Ama çocuk için çocuk yapmak, aman yalnız kalmasın, bir de oğlum/kızım olsun, eşim istiyor, evliliğimi kurtarayım gibi gerekçelerde temel bir şeyi atlıyoruz gibi geliyor bana: Biz ne kadar istiyoruz, çünkü kolay bir şey değil bu. Çok zor. Ayrıca her çocuğun anne babasının onu istediğini hissederek büyümesi en doğal hakkı. Tabi ki plansız gebelikler olabilir, ama bu istenmeyecek demek değil zaten. Ben başka bir şeyden bahsediyorum. İnsanın kendi istediği, tercih ettiği bir hayatın zorluklarıyla baş edebilmesi çok daha kolay, diyorum. Son günlerde çok yoruluyorum mesela, çok zorlanıyorum. Ama içimde bir nebze isyan hissetmiyorum. Akşam olduğunda bazen yere uzanıyorum, ikisi de tepemde. Sürekli çekiştiriliyorum. Bitmiş bir haldeyim ama içimde hissettiğim tek duygu huzur. 20 yaşımdaki halimi hatırlıyorum, tam olarak böyle bir hayat hayali kurmuştum. Evdeki halimizi izliyorum, dışarıdan gören biri için kaos gelebilir ama benim için şiir gibi ❤️
O yüzden sizin de benim gibi tereddütleriniz varsa, önce kendi kalbinize sorun.
- 1
- 2
